Gelin birlikte samimi bir soruyla başlayalım:
Gerçekten sürdürülebilir bir yaşam mı arıyoruz, yoksa sadece vicdan rahatlatan bir pazar mı inşa ediyoruz?
Bugünlerde her yerde sürdürülebilirlikten bahsediyoruz:
Yerel üreticiye destek ol, bağırsak mikrobiyomunu koru, doğa dostu yaşa, karbon ayak izini azalt…
Evet, bunlar kulağa hoş geliyor ve çoğu zaman doğru öneriler.
Ama meseleyi sadece burada bırakırsak, kendimizi kandırmış olmaz mıyız?
Kilit nokta şu:
Ticari kazanç kaygısı doğanın dengesini bozan asıl faktör olabilir mi?
Bu, sadece büyük sanayi kuruluşları için değil, yerel üreticiler için de geçerli olabilir.
Düşünelim:
Kendi geçimini sağlayan bir çiftçi, 100 kilo doğal fasulye üretmiş olsun. Bunun 80 kilosunu satsa, kalan 20 kilosunu ailesi için ayırabilir.
Ancak “müşteri kaçmasın”, “daha çok kazanalım” fikri devreye girdiğinde işler değişir:
“Daha fazla üretmeliyim, çürük çıkmamalı, ilaç kullanmalıyım, daha fazla arazi bulmalıyım, paketlemeyi profesyonelleştirmeliyim…”
Ve böylece, farkında olmadan, doğa için sürdürülebilir olan ölçek aşılır.
Sistemin de etkisiyle, üretici artık kendine yetmek için değil, “yetmekten fazlası” için üretmeye başlar.
İşte kopuş burada yaşanır.
Geleneksel anlayış çoğu zaman sürdürülebilirliği şöyle sunuyor:
Elektrik tasarrufu yap.
Bez torba kullan.
Yemeğini bitir.
Yerel üreticiden al.
Kompost yap.
Bunlar önemli ama yüzeyde kalıyor.
Sürdürülebilirlik bir tüketim şekli değil, bir varoluş biçimidir.
Peki ya sistemin kendisi sürdürülebilir değilse?
İnsanlık tarihine bakalım.
Rızık, emek ile gelirdi. Refah ise kanaatle büyürdü.
Bugünse refah, daha çok tüketmek ve daha çok sahip olmak üzerinden tanımlanıyor.
Sahi, "iyi hayat" nedir?
Daha çok para kazanmak mı?
Daha gösterişli yaşamak mı?
Yoksa toprakla, zamanla, nefesle yeniden bağ kurmak mı?
Benim inancıma göre, rızkımıza kefil olan Allah’tır.
Bu yüzden doğayla çatışan bir bolluk arayışı, aslında kendimize karşı açtığımız bir savaştır.
Sorun sadece sistem değil; insanın hayata bakışı.
Doğadan, döngüden, ölçüden, “yeter” fikrinden koptuk.
Modern insan artık şunu soramıyor:
"Gerçekten ihtiyacım var mı?"
Yeniden tasarlamamız gereken şey yalnızca üretim biçimleri değil.
Yaşam felsefemiz.
Sürdürülebilirlik, teknolojiden kopmak ya da her şeyi bırakıp kırsala göçmek anlamına gelmiyor.
Tam tersine, bugünün imkânlarını sorumlulukla kullanmayı öğrenmemiz gerekiyor.
Yani doğaya dost teknolojiler, sade ama kaliteli yaşam alanları, ölçülü üretim modelleri…
Gerçek sürdürülebilirlik, imkânları terk etmek değil; imkânların ölçüsünü bilmek.
Bu yazıyı bir manifesto olarak da düşünebilirsin.
Ama daha önemlisi, bir davet:
Hayatını gözden geçirmeye,
Tüketim alışkanlıklarını sorgulamaya,
Rızık ile hırs, refah ile sadelik arasındaki farkı yeniden tanımlamaya…
Çünkü gerçek sürdürülebilirlik, sistemin dışına çıkmakla değil;
sistemin doğayla uyumlu bir biçimde yeniden kurulmasıyla mümkündür.
https://x.com/DohrnovaTurrina
https://www.instagram.com/dohrnovaturrina/
https://www.linkedin.com/company/dohrnovaturrina/
https://www.youtube.com/@dohrnovaturrina